CAN ÇAKMUR
2015 yılı Béla Bartók'un 70. ölüm yıldönümüydü. 2016 ise Franz Liszt'in ölümünün 130. Yıldönümü oldu. Bu iki olağanüstü besteci ve insan arasında, ikisinin de aynı toprağın çocukları olmalarının ötesinde bir bağlantı bulmak mümkün.
19. Yüzyıl Batı Avrupası için Balkan müziği demek Çingene müziği demekti. Bu dönemde, Avrupalılar tarafından Batı Avrupa dışı müzik (o dönem adlandırıldığı biçimiyle yabancı müzik) ise tür ve coğrafya ayrımı gözetmeksizin "barbar müziği” olarak nitelendiriliyordu. Öyle ki, Bartók'un İngiltere'de verdiği bir konserin ardından bir eleştirmenin "Siz barbarların böyle müzikleri de mi varmış?" sorusu üzerine cevaben meşhur Allegro Barbaro'sunu bestelediği rivayet edilir. Aslında Bartók, Çingene müziğinden ziyade Balkan, Anadolu ve Kuzey Afrika müziklerinden ilham alıyordu. Diğer yandan, özellikle 19. Yüzyıl'da Batı Avrupa dışındaki müziklere ilginin artması çerçevesinde Avrupa’da sevilen ve popülerleşen tür ise çingene havalarıydı. Haydn bile meşhur Re Majör Piyano Konçertosu'nun (dönemi için) sansasyonel son bölümüne, klasik tarzda çalışmış olsa da Rondo All'Ungaresebaşlığını uygun görmüştü. Çingene müziğinin klasik müzik enstrümanlarına çoğu zaman basit ve kötü taklitler yoluyla aktarımının da etkisiyle Bartók'a yukarıda sözü geçen eleştirmen tarafından sorulan sorunun gösterdiği gibi, kaynağı Batı Avrupa dışından olan müziklerin pek tanınmadığını ya da bilinmediğini varsaymak mümkündür. 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında bu tür müziğe dair ilk gerçek çalışmalardan birinin Paris'ten dışarı adımını bile atmamış birinden, C.V. Alkan'dan, Op. 35 No. 5 Allegro Barbaroolarak gelmesi ise gerçekten ilgi çekicidir.
Franz Liszt ise bolca seyahat ettiği, konser verdiği gençlik yıllarında Çigan müziğinden ilham alarak ve dönemin popüler zevkine hitap edecek şekilde bestelediği Macar Rapsodileri haricinde Balkan müziğiyle pek fazla ilgilenmemiştir. Aslında Liszt'in Weimar yıllarına kadar bestelediği hiçbir eserin kalıcı olmadığı ve hemen hepsinin bugün standart repertuarın dışında kaldığını düşünürsek bu ilgisizlik normal karşılanabilir. Ancak Liszt, daha yirmili yaşlarında bile daha sonra ortaya çıkaracağı başyapıtların ilk versiyonlarını (veya prototiplerini) bestelemeye başlamıştı. Örneğin, 1845'e kadar olan döneminde Liszt'in çalışmaları içinde daha sonra Haç Yılları'na (Années de Pélerinage) dönüşecek olan Bir Gezgin'in Albümü(Album d'un voyageur) veya Transcendental Etütler’e dönüşecek olan 12 Büyük Etütgibi yüzlerce sayfalık devrimci müzik bulabiliriz. Liszt ile ilgili “Macarca bile konuşmadığı” efsanesi anlatılır. Belki de bunun kaynağı Macar müziğine olan bu ilgisizliğidir. Ancak Liszt daha o yıllarda bile kendi topraklarına kayıtsız değildi. Zira, henüz daha 27 yaşındayken, 1838 kışında Macaristan'daki ölümcül don olayının ardından o dönemde yapılmış en büyük şahsi yardımı yapmıştır.
İlerleyen yıllar Liszt'in müziğinde büyük bir dönüşüme tanıklık edecekti. Romantik müziğin olanaklarını sonuna kadar kullanan Liszt, kendine yeni bir ses dünyası yaratmaya çalışacaktı. Bu durum yazısında bir çeşit basitleşmeyi de beraberinde getirecekti. Orta Çağ müziğinde tam uyumlu olarak nitelendirilen yegane aralıklar olan Dörtlü (mesela do-fa), Beşli (mesela do-sol) ve Oktav (mesela do-do) Liszt’in müziğinde gittikçe daha fazla yer tutmaya başlayacaktı. Bu aralıklar aynı zamanda Balkan ve Anadolu müziğinin de yapı taşıdır. Liszt'in bu basit ama devrimci yazısı, gerçek anlamda halk müziğine de yönelmesinin bir sonucudur. Bu araştırmanın bilinçli bir şekilde yapıldığını eserlerin isimlerinde gittikçe sıklaşan Macarca başlık kullanımından çıkarsayabiliriz (bunların içinde belki de en önemli eser ne yazık ki konser programlarında nerdeyse hiçbir zaman yer almayan Tarihsel Macar Portreleridir (Historische ungarische Bildnisse). Liszt, Tarihsel Macar Portrelerinde dönemin önemli yedi insanının müzikal resimlerini sunmuştur bize. İşte bu dönemin bir başka başyapıtı, Czárdás Macabre, Bartók'a ve halk müziğinin, sanat müziği ile birleşmesine doğru giden en önemli işaret levhalarından biridir.
Liszt'in hayatında bu dönemin genellikle ihmal edilmesi hatta neredeyse "yokmuş gibi" davranılması bu büyük insanın aslında geçmiş ve gelecek arasında nasıl bir köprü kurduğunu ihmal etmemize neden olabiliyor. Ancak, Liszt'ten sonraki kuşağın en büyük bestecileri, Liszt'in bu son döneminin kıymetini bilmiş ve çağdaşlarının, yaygın bir görüşe dönüşen “Liszt'in bestecilik yönünün artık kaybolduğu” savlarının etkisinde kalmamışlardır. Bu büyük besteciler arasında aynı zamanda büyük bir piyanist de olan Béla Bartók da vardı. Bartók'un Liszt'in bu dönemine dair ilgi ve takdirini, yaptığı olağanüstü Liszt kayıtlarından takip edebilmemiz mümkün.
Bartók, insani duyguların ve bunların ifadesinin en hakiki biçiminin halk müziğinde bulunduğuna inanıyordu. Bu yüzden, bir yandan 17. ve 18. Yüzyıl klavsen müziğini araştırırken diğer yandan da kendi doğduğu coğrafyanın müziğini dinliyor ve inceliyordu. Bu iki öğenin sentezi Bartók'un olgun dönem müziğinin temelini oluşturmaktadır denebilir.
Bartók ile Liszt arasındaki ilişki sadece kullandıkları benzer tekniklerle açıklanamaz. Bartók, Liszt'in ortaya attığı “çok tonluluk”, tekrarlayan motiflerin kullanımı ve sesin temel aralıklara (Dörtlü, Beşli ve Oktav) dayanması gibi yenilikleri kendi müziğinde benimsemiş ve geliştirmişti. Fakat teknik benzerliklerin ötesinde, her iki besteci de müziğin doğası gereği romantik olduğunu savunuyordu. Kullandıkları karmaşık teknikler asla kuru düşüncenin ürünü değil, hisseden bir kalbin müziğinin araçlarıydı.
Bartók'un (hatta belki de 20. Yüzyıl'ın) en önemli eserlerinden biri olarak sayılabilecek 14Bagatel’inde besteci bize örneğin Schönberg'in 12 Ton tekniğinde olduğu gibi entelektüel bir merak ve arayıştan doğan yepyeni bir yazı dili sunmaz. Burada sunulan yeni yazı son derece hüzünlü bir hikayenin müzikte kendiliğinden gelişmiş bir yansımasıdır.
25 yaşındaki Bartók, bir genç kıza, Stefi Geyer'e aşıktır. Onunla beraber olma hayalleri kurar. Ancak, Geyer'in ailesi koyu Katolik’tir ve kızlarının bir ateist olan Bartók ile beraber olmasına izin vermezler. Genç kız, bütün bunları bir mektupla Bartók'a açıklar ve beraber olamayacaklarını bildirir. Bartók, bunun üzerine duygusal bir çöküş yaşar ve aynı zamanda bir kemancı olan kayıp aşkının ardından, onun için bir keman konçertosu besteler. Konçertonun ana motifi (re-fa diyez-la-do diyez) Bartók'un Stefi’ye cevabında yazdığı üzere, ayrılık mektubunu okurken aklına gelen ilk şeydir. Bu konçertonun notalarını da mektubuyla beraber sevdiği kıza gönderir. Stefi Geyer bu notaları yaşamının sonuna kadar saklar ve bu konçerto ancak o öldükten sonra, 1959 yılında 1. Keman Konçertosu olarak basılır. Ancak konçertonun ana motifi Bartók'un aklından hiç çıkmayacaktır. Örneğin, Bagateller'in pek çoğunda karşımıza çıkar bu motif. Son iki parça ise Bartók'un en kişisel yaratıları arasındadır. Bunların ilki bir cenaze marşıdır. Bütün parça o motif üzerine kurulmuştur. Besteci, nadiren yaptığı bir şey yaparak parçayı isimlendirmiştir: O Öldü... (Elle est morte...). Son parça ise bir valstir: Sevdiğim Dans Ediyor(Ma mie qui danse). Bartók bu eserinde acı bir ironi perdesinin ardından bakar bize. Sevdiği, belki de Bartók bu besteyi çaldığı sırada yeni nişanlısıyla dans etmektedir.
13. Bagatel O Öldü, bizi Liszt'e geri götürür. Eserin yazı dili, Liszt'in son dönem eserlerinde kullandığı yazı dilinin geliştirilmiş bir halidir. Ancak, bizi bu eserde Liszt'e geri götüren asıl şey fark etmeksizin notaların ardında Liszt'in mirasını görmemizden çok daha fazlasıdır. Liszt'in son yıllarını sevdiklerinin ölüm acıları kaplar, kendisi ise varoluşsal bir krize girmiştir. Liszt'in son döneminde "Ölüm" teması baskındır. Yalnız kalmış ve sanatsal güçlerinin kendisini terk etmeye başladığına inanan yaşlı bir adamın elinden çıkan Ölü Gondol(La Lugubre Gondola) ve sevdiğini kaybetmiş bir genç adamın elinden çıkan O Öldü... Bu büyük besteciler insanı resmederken, en acı ya da en korkunç olanı hiç yumuşatmadan, en çıplak haliyle resmetmişlerdir. Ancak, Alan Walker'ın Liszt'in geç dönem müziği üzerine yazdığı gibi "acı da insan ruhunun bir parçası olduğu için bu parçalarda da hepimiz için bir şey var."
Dünyanın fırtınalarına ölüyüm ben,
Ve dinleniyorum durgun ve sessiz mezarımda.
Cennetimde; sevgim ve şarkım ile
Yalnız yaşıyorum.
“Ich bin der Welt abhanden gekommen”
F. Rückert
(*) Bu yazı Andante Dergisi Aralık 2015 (No: 110) sayısında yayımlanmıştır.
Andante Yazıları
GEÇMİŞİ GELECEĞE BAĞLAYAN İKİ BESTECİ: FRANZ LISZT ve BÉLA BARTÓK