Winterreise(Kış Yolculuğu) ve Die Schöne Müllerin (Değirmencinin Güzel Kızı) ... İkisi de birer saat süren bu devasa yapıtlar bize Schubert'in kişiliğine dair eşsiz bir kaynak sunar. İki şarkı dizisi de ölümünden sonra bazı çevrelerce ortalama bir şair olarak es geçilen Wilhelm Müller'in şiirlerini kullanır. Bugün ise Müller, sadece otuz üç yıl yaşamasına karşın 19. Yüzyıl'ın büyük şairleri arasında tekrar hak ettiği yeri almıştır. Müller'in dizelerinin etkisi Schiller veya Goethe gibi devlerin şiirlerinin etkisine benzemez. Onun şiirinin kuvveti yazısının basitliğinde yatar. Öyle ki, yazdığı şiirlerin pek çoğu bugün bile anonim Alman halk şarkıları olarak karşımıza çıkabilmektedir. 

***

Schubert, 1823 yılında frengi olduğunu öğrenince büyük bir bunalıma girer. Erken bitecek bir öykü olduğunu bile bile yaşamaya devam etmenin anlamı nedir?Kendine henüz daha yirmi beş yaşındayken bu soruyu sorar. Hayatı, ona ne kadar anlamsız gelmiş olmalı! Gençlik yıllarını baskıcı bir ev ortamında geçirmek ve dahi çocuk olarak başladığı kariyerinde sahne eserlerinde elle tutulur hiçbir başarı elde edememek bir yana onu gerçekten yaralayan arkadaşları arasında her zaman yalnız kalmış olmasıydı muhtemelen. Onlar, gülüp eğlenip, coşkun duygular ile dans ederken Schubert piyanosunun başında onlar için dans ettikleri melodileri doğaçlıyordu. İşte tam bu zamanlarda Schubert, Müller'in şiirlerinin varlığından haberdar olur ve bu şiirlerden bir Singspiel (Şarkılı Oyun) bestelemeye karar verir. Neyse ki müzik tarihinin en talihli olaylarından biri muhtemelen Schubert'in şiirleri okuyunca bunların bir Singspieliçin fazla iyi olduğuna karar vermesidir! 

***

Die Schöne Müllerin genç bir adamın şarkılarıdır. Hayat dolu ve geleceğe umutla bakan bir müzik besteler Schubert yirmi şarkının ilk onunda. Hikâyeye gelince;

Genç gezgin, yolda karşısına çıkan bir derenin çağrısına dayanamaz ve onu izleyemeye başlar. İnancı, derenin onu hem bir işe hem de sevdiğine götüreceğidir. Sonunda bir değirmene ulaşır ve orada çalışmaya başlar. Gerçekten de dere onu bir işe götürmüştür ve değirmencinin de çok güzel bir kızı vardır. Genç adam onun dikkatini çekmek, ona ulaşabilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Bu da çalışmaktır, oradaki kimsenin çalışmadığı kadar çok çalışmak: 

Ah keşke bin kolum olsaydı,
Keşke tekerlekleri gümbür gümbür döndürebilseydim,
Tepede rüzgar gibi esebilseydim,
Bütün taşları döndürebilseydim,
O zaman fark ederdi 
Güzel kız sadık kalbimi. 

Değirmencinin kızının kendisini sevip sevmediği dünyasını kaplayan tek sorudur. Onunla yalnız geçirdiği birkaç saat bile genç adam için sevginin ve güvenin en derin ifadesidir. Bir gün, genç adam ile değirmencinin kızı derenin başında otururken dere ona seslenir, daha sonra da aynı çağırıyı pek çok kere yapacağı gibi:

Ve bulutların ve yıldızların ötesinde,
Orada neşeyle fısıldıyordu dere
Bana sesleniyor ve şarkı söylüyordu:
Dost, dost, bana gel!
Orada gözlerim yaşlarla doldu,
Suyun aynası ne kadar bulandı;
O dedi ki: Yağmur yağacak,
Elveda, eve gidiyorum. 

O beraber geçirdikleri birkaç saat genç adamı bir illüzyona sürükler. Değirmencinin kızının kendisine ait olduğuna inanır birden. Ancak, bu mutlu anında söyleyecek bir şarkısının kalmadığını, kelimeleri hiçbir uyağa sokamadığında fark eder: 

(Rüzgar gitarının telleri arasında oynadığında)
Bu benim aşk acımın yankısı mı?
Yoksa yeni şarkıların prelüdü mü?

Bir gün genç adam, değirmencinin kızının avdan dönen bir avcıyı coşkuyla karşılamasına tanık olur. Anlar ki kendisini hiç karşılamadığı gibi karşılayan değirmencinin kızının kalbi o avcıya aittir. Genç adam avcıyı kıskanır çünkü o, kendisinin olmak istediği güçlü ve erkeksi karakterdir. Ama aynı zamanda da nefret eder ondan, çünkü avcının değirmencinin kızına hiçbir zaman kalbini kendisi gibi sunmayacağını, onun değerini bilmeyeceğini hemen anlar. 

Ölüm kendini ilk kez burada gösterir. Genç adam, aşkı içinde yok olmak ister. Kendine yeşil bir ölüm düşler.  Değirmencinin kızı genç adamın gitarını bağladığı yeşil renkli kurdeleyi çok sevmektedir. Yeşil aralarındaki tek hakiki bağdır sanki:

Bana koruda bir mezar kazın,
Üstünümü yeşil çimenle örtün:
Sevdiğim yeşile ne kadar tutkun.
Kara haç olmasın ne de renkli çiçekler,
Yeşil, göz alabildiğine yeşil!
Sevdiğim yeşile ne kadar tutkun.
Bu sırada dere genç adama yeniden fısıldar:
Sevgi, acıyı yendiğinde melekler kanatlarını kesecek ve dünyaya gelecekler. 


Genç adam sorar:

Ah sevgili dere, ne kadar doğru konuşuyorsun,
Lakin biliyor musun, aşkın ne yaptığını?
Derinlerinde, sessiz huzur,
Ah sevgili dere, sadece devam et şarkı söylemeye.


Son söz genç adamı bütün hikaye boyunca yönlendiren dereye aittir:

İyi dinlen, iyi dinlen!
Kapat gözlerini!
Evindesin yorgun gezgin,
Güveni bulacaksın burada,
Benimle yatacaksın,
Deniz dereyi içene kadar.

***

Kendi hayatına son vermeyi düşündüğü bu dönemde Schubert, kendisi yerine genç aşığı öldürmüştür. Schubert Die Schöne Müllerinile beraber, daha henüz yirmi beş yaşındayken geleceğe umutla bakan gençliğini geride bırakmıştır. 

***

5 Aralık 2016 tarihinde, Weimar’ın hemen dışında Ettersburg Şatosu'nda duayen tenor Christopher Pregardienile piyanist Daniel Heide'den bu şarkı dizisini dinledim. Pregardien artık kesinlikle genç denemeyecek bir yaşta olduğu için bu konsere giderken oldukça tedirgindim. Acaba Pregardien de Dieskau'nun yaşlılık yıllarına denk gelen 1990'larda yaptığı gibi genç adamı mı oynamaya çalışacaktı? Eğer öyle olursa bu onun üzerine uymayacak bir kıyafet giymesi demek olacaktı. Ancak ilk şarkılarla beraber Pregardien'in kendini olamayacağı bir karaktere sokmaya çalışmadığı belli oldu. Dizinin ilk yarısı boyunca maskelenmiş bir hüzün perdesi ardından dinledik gençlik ateşi ile dolu şarkıları. Pregardien bize sonunu çoktan bildiğimiz bir hikaye anlatıyordu. Serinin dönüm noktası olan 

Orada gözlerim yaşlarla doldu,
Suyun aynası ne kadar bulandı;
O dedi ki: Yağmur yağacak,
Elveda, eve gidiyorum 

dizeleri o kadar tanıdık bir ifadeyle söylenmişti ki, son şarkıyı daha o zamandan içimizde duymak mümkündü. Benim için konserin zirvesi Mein! (Benim!)adlı şarkıydı. Hermann Prey'in çocuksu neşesi ve Dieskau'nun naif coşkusunun aksine Pregardien bu şarkıyı “bencil” ve “kıskanç” bir edayla yorumladı. Gerçekten de;

Yalnız kalmalıyım o olağanüstü kelime olan 'Benim' ile
Bütün yaratılışta yanlış anlaşılmış olan ile 

dizelerinin kıskançlık ve kendisine ait olan dışında “her şeye karşı nefret duyulması” olarak okunmasına kim karşı çıkabilir? Ne yazık ki, Pregardien o mucizevi, “zehirli” ifadeyi şarkının tekrarında korumadı. Sesi, herkesin yaptığı gibi  o yumuşak legatoya geri döndü, bakışları yumuşadı ve vücudu rahatladı. Serinin sonuna yaklaştıkça, Pregardien zaten seri boyunca asla baskın olmamış kişiliğini iyice geri çekti. Son dize "Ve arş ne kadar engin."öyle büyük bir dinginlikle söylendi ki...

Pregardien, ne Dieskau'nun bir mitolojik hikâyeden fırlamış gibi duran yarı-tanrı görünüşüne ve kelimelerin doğasına karşı hassasiyetine, ne de Hans Hotter'in sınırsız sesine sahipti. Ancak, sahip olduğu doğrudan ve dürüst ifade hem yaşını hem de enstrümanının sınırlı karakterini örtmeye fazlasıyla yetiyordu. Daniel Heide ise salonun ideal olmayan akustiğinde, Schubert'in acımasızca zor piyano eşliğini büyük bir duyarlılıkla çaldı. İki müzisyen de konser boyunca sık sık abartının eşiğine gelseler de hiçbir zaman o eşiğin ötesine geçmediler. Dinlediğim bu konser Die Schöne Müllerin'e yeni bir pencere açtı benim için: Belki de bu dizi bir masaldan daha fazlası, bir yaşanmışlıktır... 

 

*Yazının içinde geçen şiirler Almanca aslından tarafımdan çevrilmeye çalışılmıştır. Bu yazı Andante Dergisi Ocak 2016 (No: 111) sayısında yayımlanmıştır.​


BİR KONSERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ: SCHUBERT VE DEĞİRMENCİNİN GÜZEL KIZI

CAN ÇAKMUR